Amasra.net sayfalarında yer alan pek çok fotoğraf Ferhat GÜNGÖR, Hakan TOPUZ ve Kerim BOZ imzalarını taşıyor.

İşte bu fotoğrafları çekebilmek için harcanan emekleri konu alan kısa bir “FOTOROMAN” okumak ister misiniz?Sabah yağan yağmur Amasra’nın havasında asılı duran tozları toprakla buluşturmuştu. Gökyüzü pırıl pırıl, ufuk çizgisi berrak, dağın yeşili, denizin mavisi gerçek renklerine bürünmüştü. Güneşse günlük görevini tamamlamış, akşama kadar gökyüzünü terk etmeyen yağmur bulutlarından sıyrılmış, ufuk çizgisinden denize düşerek görevini tamamlamak üzereydi.

“Doğanın İnsana Armağanı Amasra” yine bir akşamüstü karnavalına hazırlanıyordu. Kentin batı yakasında Küçük Liman kıyısındaki çay bahçeleri ve balık lokantalarının misafirleri fotoğraf makinelerini hazırladılar bile. Karnavalın geçit töreni başlamak üzeredir.

Mutlaka bir balıkçı sandalı; batan güneşin içinden geçecek, ak kanatlı bir martı; küçük balığı avlamak için önünüzden suya dalacak, az sonra kızıllaşacak olan ufukta beliren bir uçak ise, beyaz ve uzun bir iz bırakarak üstünüzden geçecektir.

Siz bütün bunların “belediyenin özenle hazırladığı bir animasyon mu” yoksa “doğanın insana armağanı mı” olduğunu tartışadurun, üç Amasra gönüllüsü, üç fotoğrafçı, üç Amasra.net paylaşımcısı bu defa başka bir bakı noktasına doğru yola çıktılar.

Kentin batı kıyısından güneşin batışını görüntülemek, kartpostalın kadrajına sadece ufkun kızıl karmaşasını sığdırmak yerine, batan güneşin fotoğraf karesine Amasra’yı da katmak üzere yollara düştüler. Bir ilkbahar gününün akşamüstü başlayıp karanlığa kadar süren bu şenlik, acaba bir fotoğraf karesine sığdırılabilirmiydi.

Amasra bu defa ana karanın tepesinden, Ahatlar ve Şah mahallesinin ardındaki zirveden fotoğraflanacaktı.

Şehir, bütün fenerlerini yakmış bir gemiye dönüşene kadar üç gözcünün altı gözü bütün ufku tarayacak, sol gözler kapanırken, sağ gözler fotoğraf makinesinin vizöründen ayrılmayacaktı.
Fotoğraf makinelerini yenilemiş, objektiflerini hazırlamış, tripotlarını kurmuş bu üçlüye eşlik etmek, Ferhat’ın yeni makineye kavuşmasından sonra gözden düşen “Fuji S5000” ile kamera arkası çalışması yapmak da bana düşecekti.

Ancak onlar, beni de bu “Foto Safariye” davet ederken bütün sırlarını açık edeceğimi nereden bileceklerdi……… Kıvrımlı yollar aşılmış, tepeler tırmanılmış zirveye varılmış, tripotlar kurulmuş, makinelerin objektifleri seçilmiş, filtreler takılmış hazırlıklar tamamlanmıştır. Ferhat’ın yeni makinesi tıpkı Hakan’ın ki gibi Canon EOS 400D, Kerim’de ise Canon EOS un 350D si var. Objektijler ise muhtelif; 10×20 geniş açı, 18×55 ve 70×200 zumlar.

Şimdi artık kim hangi ayarda nasıl bir fotoğraf çekecek muammadır.

(Bendenizin tevellütü biraz eski olduğu için bazen böyle “muamma” gibi anlaşılmayan, bilinmeyen kelimeler kullanırsam bağışlayın. Ancak tam da şimdi yeri gelmişken söylemeli ki; MUAMMA demek anlaşılmayan, bilinmeyen demektir.)

Teknoloji harikası makinelerde otomatik çekimler yapmak mümkün, ancak bizim takımda benim dışımda asla otomatik çekim yapılmadı.

Bir fotoğrafçı otomatik makinenin önceden kabullenilmiş birkaç noktadan alacağı ışık şiddeti ölçümlerine göre kendini sınırlamak istemez. Otomatik makine size hatasız bir çekim yaptırmaya göre programlanmıştır.

Fotoğrafı çekilen ortamın ortalama ışığına göre bir diyafram (biz ona objektif içi perde açıklığı diyelim) ve enstantane ayarı (buna da çekim hızı-objektifin açılıp kapanma hızı diyelim) otomatik olarak yapılacak ve sizin seçtiğiniz kadraj (bunun adı çerçeve olsun) fotoğraf olarak sonuçlanacaktır.

Ortamdaki objeler üzerine farklı şiddette ışıklar düşebilir ve bunların aydınlık olanına göre yapılacak çekim diğer bölgelerin karanlık kalmasıyla sonuçlanır. Oysa siz o karanlıktaki gizi ortaya çıkarmak isteyebilirsiniz.

Küçük limanda martı fotoğrafı çekerken iki yoldan birini seçebilirsiniz; net bir arka plan önünde kanatlarının hareketleri belli olan bir ”uçan martı”, ya da fulu bir arka planın önünde net bir “donmuş martı”. Uçan martı için uzun bir enstantane-çekim süresi, donmuş martı için ise kısa bir enstantane seçmeniz gerekecektir.İşte fulotomatik makinelerine rağmen bizim üstatlar, Amasra’nın bu durgun-dingin akşamüstünde yanan ışıkların uzayan huzmelerini size aktarabilmek için birçok yol ve yöntem denediler.

Kimi kadrajı küçük tuttu, kimi fotoğrafın diyagonaline mendireği yerleştirdi. Ancak son sözümüz daha söylenmedi, bu kısa öykü böyle bitmedi;
Dönüş saati geldiğinde aşağıda Amasra’nın ışıkları yanıyordu ama, biz tepenin diğer tarafında bıraktığımız Kerim’in Renosu ve Ferhat’ın “emsalsiz” otosuna ulaşabilecekmiydik. Ormanı geçerek zifiri karanlık dağda patika yolu bulup geri dönebilecekmiydik.

Önce Ferhat düştü önümüze; sağdı soldu derken karanlık ormanda dolaştık, kara yolu yerine dik yamaçların başına ulaştık.

Amasra da görünmez olmuştu. Bu defa da Denizci büyüğümüz düştü öne “kerterizdi, pusulaydı” derken her kafadan bir ses çıktı, her yönde küçük patikalar bulundu. Ama dönüş yolu bir türlü bulunamadı. Kaybolmuştuk.

Kamera ışıkları kullanıldı, flaşlar patlatıldı patikalar aydınlatıldı. Ayak yordamıyla ilerlendi ve sonunda varıldı asfalt yola.

Önümüze domuz çıkması ihtimaline karşı 7 cm boyundaki Sürmene çakısını hazır tutan arkadaşımızın önderliği olmasaydı siz bu satırları zor okur, böyle fotoğrafları da zor görürdünüz.

Sizin de, KİRLİ DÜNYADA DEĞİL, TEMİZ DOĞADA bir kaybolma hikayeniz olsun dilerim.
Yazan: Hüseyin ÇOBAN