Anadolu için insan kaynaklarının tükenmesine yol açan seferberlik olgularını ne zamandan ve kimlerden dinlediniz?

Şimdi ‘seferberlik’ sözcüğü ne anlama gelir? Aslında onun başına bir ‘cihat’ sözcüğü eklemek gerekiyor, cihat seferberliğidir yani topyekûn, milletçe karşımızda büyük bir düşman hatta bir “din düşmanı var”, “din düşmanı devletler var, onlara karşı cihat ilan ediyoruz”. Millet varıyla yoğuyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle o savaşa yönelmeli, gitmeli veya o savaşa imkanlarını seferber etmeli. Seferber, ne var ne yoksa vermek anlamına gelen yarı arapça yarı farsça bir sözcük.

Şimdi bizim yakın tarihimizde veya son 150 yıl içinde böyle üç tane seferberlik var. Bunlardan biri halkın “büyük seferberlik” dediği 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’dir. Bunun adı ‘93 Harbi’dir, tarihi hicri takvimle 1293’e denk geldiği için adı böyledir. Büyüklerden onu her zaman “93 Harbi”, “Büyük Seferberlik” veya “Ermeni Hareketi” diye dinlerdik. Çünkü Ermenilerin Anadolu’da ilk büyük kıyamları odur. O da şöyledir, çok ilginçtir: Yabancı bir gezginin, galiba Burnaby’nin (?) anlattığına göre, bu o yıllarda Anadolu’yu gezen Avrupalı bir subaydır, İngilizdir, “Erzurum’dan öteye Rusya yaklaştıkça Ermeniler, ‘Aman Osmanlı Sultanlığı yaşasın, biz onların bayrağı altında hürüz, sakın ha bizi Ruslar almasın, alırsa mahvoluruz’ diyorlar. Oysa iç Anadolu’ya gelince oradaki Ermeni köylüler kasabalılar hepsiyle oturdum, konuştum, onlar da ‘Ruslar gelsin, bize yardımcı olsun Ermenistan’ı kuralım’ diye çırpınıyorlar.” Yani aynı Ermeni ulusunun doğudaki nüfusuyla Anadolu nüfusunun düşünceleri tamamen farklı ve birbiriyle uyuşmuyor. Bunu yazan Fred Burnaby, eseri At Sırtında Anadolu diye bir kitaptır, Türkçe’de iki kez yayımlandı. O nedenle Anadolu halkı, ’93 Harbi’ne Ermeni Kıyamı da demiş, büyüklerden böyle dinledim.

Şimdi ikincisi, bildiğimiz bu 1914-1918 Cihan Harbi’dir. Onun da sözlü tarihteki tanımı, kimileri ona Alaman Harbi (Alman Harbi) derlerdi çünkü savaşı çıkartanlar da Almanlar. Sömürge devletlerine karşı bir harekettir o. Sanayisi çok ilerlemiş, özellikle harp sanayiini çok geliştirmiş güçlü Alman ulusunun bir nevi dünyaya meydan okuyuşudur. Yanına İtalyanları da almış. Bizim Osmanlıları da almış. O zaman Alman hayranı paşalarımız, kumandanlarımız var. Bunların en başında elbette Enver Paşa geliyor. Ona çok hayran. Aynı disiplini aynı gelişmeyi Osmanlı ülkesinde de belki yapmak istiyordu adam. Çok iyi niyetle, genç bir subay. Sonra, “Seferberlik” de deniyor. Halk genelde “Seferberlik” diye anardı, öncekine “Büyük Seferberlik”, buna “Seferberlik” derdi, bu da ikinci seferberlik. 1. Dünya Savaşı sözü, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, ortaya çıkmış, nevzuhur bir adlandırmadır.

Bir de üçüncüsü var seferberliğin, 1939’da, benim doğum tarihimdir, 1946’ya kadar, benim ilkokula başladığım yıla kadar da 1945’e kadar da sürmüş. Şimdi, benim en çok dinlediğim savaş hatıraları 2. Dünya Savaşı’yla ilgilidir. Ben de çocuktum. Evlerimizde radyo vardı. Gazete gelirdi arada sırada. Büyüklerimiz, babam, çarşıda komşularıyla hep savaş konuşurlardı. Hatta elinde çalışacak işi olmayan esnafın yanında birikilirdi, öbürleri çalışırdı, bir de çarşıda aylak gezen çok insan vardı. Onlar da gelirlerdi, savaşa yön verirlerdi, savaşı bitirirlerdi, kazançlı çıkarlardı vesaire hepsi hayaldi tabii uydururlardı. Böyle konuşmalar olurdu. Benim babamın ve büyükbabamın kuşakları yani anne-babamın babası, 93 Harbi’nin çocukları imiş. Bunlar 1867 doğumlulardı. İkincisi, Alman Harbi’nin ya da 1. Dünya Savaşı’nın çocukları babam ve annemdi. Dolayısıyla onlar bilirlerdi. İkisi de okumuş yazmış insanlardı. Yani o zamanın ilkokulu yarı rüştiye gibi. Dediğim gibi o zaman radyoda dinlerdik, gazetede görürdük. İyi-kötü birtakım şeyler vardı. Üçüncüsü, 2. Dünya Savaşı’nda da ben çocuktum. Demek ki biz, büyükbaba, baba, oğul diyelim üç nesil bu üç savaşın çocuk tanıkları olmuşuz. Farkına varmadan. Fakat maalesef, “Çocuktan al haberi!” var ama “Çocuktan dinle savaşı!” diye bir deyimimiz yok. Çocuk savaşı ne bilir. Bir örnek vereyim, ben çocukken 2. Dünya Savaşı yaşanıyordu, her gün mütemadiyen radyodan Hitler’i duyardım ben. Ben Hitler’i, bitler gibi ‘hit’in çoğulu zannederdim. Kalabalık bir şey gibi. Çocukluk dünyası böyledir ve onu sorma gereği de duymazdım. Yani bu Hitler ne kadar? Çok mu az mı?.. O benim kendime göre bir kavramdı.

Şimdi bu üç savaş içerisinde üç dönem –ki üçünün de Türk ulusu üzerindeki tahribatı sonsuzdur. Ve yazılmadı. Yani kıyaslamaları da yapılmadı. Bunlar içinde en feci olanı bana göre ikinci seferberlik olan 1. Dünya Savaşı veya Alman Harbi’dir. Bunun Türkiye’ye verdiği tahribatı tarih henüz yazmadı, bundan sonra da yazılması zordur.
Necdet Sakaoğlu

Bugün için yani bu yüzyıla kalan tanıklıkları çok az tabii. Bu söylediklerinizin…

Birincinin hiç yok. (93 Harbi)

Tanık kimliğiyle siz bunları kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz?

Hayır. Yani anılarımızı, dinlediklerimizi belki yazma imkânımız olabilir ama savaş tarihleri çok yazıldı. Bana göre artık savaş tarihinden çok savaşın tahrip ettiği ülkeleri ve toplumları yazmak lazım. Mesela ben bu röportaj için iki kaynağa baktım. Birisi Türk Ansiklopedisi’nin 1. Dünya Harbi maddesi, 20 sayfa yazılmış. Arada harita, krokiler de var. Birkaç fotoğraf da var. Epeyce bir bölüm. Yazan adını koymamış. Türk Ansiklopedisi’nde bazı maddeleri yazanların adı vardır, bu maddede yok. Şimdi orada onu mutlaka bir askerî kalem yazdı. Belli oluyor zaten. Yalnız savaş anlatılıyor. Cephe gerisinde ne oldu, ne bitti? Köyler, kasabalar, insanlar, aileler, savaşın tahribatı, yiyecek, içecek, kıtlık, hastalık falan bunlarla ilgili tek sözcük yok. Hep ordu mevcutları, silah türleri, silah mevcutları, cepheler, cephelerin durumu, tahkimi falan filan. Yapılan savaşlar, Kut savaşları, Kanal savaşları, Gelibolu savaşları, Kafkas savaşları falan. Yedi cephedeki… Hep bunlar anlatılıyor. Ama bana göre bu savaşın yani 1. Dünya Savaşı’nın asıl anlatılacak bölümü, bütün dünyaya verilecek mesajları, gerideki insan yığınlarının kent, kasaba, köy halklarının ne yaptığıdır. Yolların güvenliğidir. Büyük bir kıtlık savaşla gelmiş. Çünkü olabilen erzak cephelere kaydırılıyor. Binlerce, onbinlerce yüzbinlerce askeri silah altına almışsınız, biliyor musunuz 1. Dünya Savaşı’nın 33 tertibi vardır. Tertip, askerlikte doğum yılına göre, o yılın doğumlularına bir tertip denir. İkinci yıl doğanlara ikinci tertip denir. 1860 doğumlulardan 1901 doğumlulara kadar 33 kuşak silah altına alınmış. Hatta yaşlılar derlerdi ki cephede dedeyle torunu gördük. Adam, 35 yaşında alınmış, erken evlenmiş, oğlu da erken evlenmiş, Anadolu’da böyle şeyler vardır. Veya kendisi yaşlı gitmiş veya gönüllü gitmiş bilmiyorum, iddia ederlerdi “ben gördüm dedeyi ve torunu” veya “sakalı hepten ağarmış adamla daha tıraşı gelmiş olanı, aynı siperde görürdük” derlerdi. Tabii bunlar içerisinde tevatürler de abartılar da vardır. Anlatanın anlatma insafına bağlı.

O sırada kentlerde köylerde yaşananlar…

O çok önemli. Beni o ilgilendiriyor. O şöyle. Bir nebze, Sivas yöresinden, Divriği tarihi çalışırken oralardan, epeyce kayıtlarını buldum. Yazılı belgelerini de buldum. Ama daha çok kişilerden dinledim. Hem de olabildiğince ciddi bilgiler verecek, dikkatli konuşacak adamlar bunlar. Mesela savaşta teğmen rütbesiyle eşkıya takibinde olan bir zatı dinledim. Emekli yarbaydı o zaman. Ondan enteresan bir anekdot dinlemişimdir hiç unutmam. Bir derbent tutan eşkıya grubunu yakalıyorlar. O zaman kelepçe falan yok, ellerini kendi ellerine bağlıyorlar veya birbirlerine ayaklarından bağlıyorlar. O şekilde götürürlermiş. Hapishane bile yok yani. “Nerede zapt edeceğimizi de bilemezdik. Korulara götürürdük, başlarına jandarma dikerdik. Zaten aç biilaç kalkacak halleri yok, tutardık orada” dedi adam. Böyle bir inzibatsızlık. Çetebaşına sordum demişti bana, “bu kadar yol kesiyorsunuz, kadın çocuk genç yaşlı demeden öldürüyorsunuz üç kuruş paralarını almak için, o yolcuların üzerinde büyük paralar yok” demiş. “Kuruş. Banknot değil… onun için kesiyorsunuz, öldürüyorsunuz, yaralıyorsunuz… Günah değil mi? Allahtan korkmuyor musunuz?” demiş. O da kuşağının arasından bir parça ekmek çıkarıp atmış yere “Allah bu, teğmen!” demiş. Üstüne basmış. “Allah bu!” Yani biz ekmeğe tapıyoruz. Ekmek yok. Ona tapıyoruz. Dolayısıyla sizin dediğiniz kaygı bizde hiç yok. Allahtan korkmak gibi bir şey düşünemezdik çünkü açız. Şehirdekiler gene iyi kötü tok, köydekiler, onların da üç beş tavuğu yumurtası ineği birşeyi var. Askerden kaçmış bunlar. Asker kaçağı, askerden kaçan eşkıya oluyor. Başka gidecek yeri yok. Evine gidemez. Derhal yakalanır.

Babamdan dinlediğim enteresan facia bir şey. Babam demek ki bu savaş sırasında 1905 doğumlu, 12-13 yaşlarında aklı başında falan. Biraz da okumuş. Bir gün haber almışlar. Ulucami’nin arkasında iki asker kaçağı kurşuna dizilecek. Merakla gittik diyor. Etraftaki yamaçlara oturduk, dehşetli bakıyoruz diyor. Caminin arkasına bir masa konmuş. Müftü efendi orada, kadı orada. Binbaşı orada. Divriği’deki askerî şube başkanı. Birkaç tane mübaşir falan. Duruyorlar. Jandarmalar var. Biz uzaktayız. Konuşulanları tam duyamıyoruz. Birşeyler konuşuyorlar. Neticede kadı, müftüden fetva almış, müftü “savaştan kaçanın cezası kurşunla öldürülmektir” demiş. Kadı da onun üzerine hüküm vermiş. Komutan da askerlere kurşunla öldürtecek. Fakat daha önceden her ikisinin ellerine kazma kürek verilmiş. Kendi mezarlarını kazsınlar diye. Bunlar da mezarın başında duruyorlar. Kurşuna dizilecek, küt içine düşecekler. Üzerlerine de toprak atılacak. Elbiseyle falan gidecekler öyle yani. Nasıl aralarında anlaştılarsa diyor, biz çocuğuz bilemiyoruz, evvela birine iki üç kurşun attılar. O küt gitti. O arada müftü “Dur!” dedi kadıya. Ayağa kalktı. Yüksek sesle söyledi ki herkes de duysun. Kalabalık, çarşı esnafı falan. “Bunun ölümü buna ibret-i müessire oldu, bir askeri zayi etmeyelim, bunu derhal cepheye sevk edelim. Ama en ateş altı yere gitsin. Oraya gitsin de belki şehit olur, kaçma günahını dünyadayken öder.” demiş. O öylece kurtulmuş. Babam ikisini de tanıyorduk derdi. Abilerimizdi ikisi de derdi. Memleketin insanları. Cihan harbinin bir manzarasıdır bu. Yaşanmış bir hadisedir. Bütün bu hikayeler anlatanları ve görenleri ile bitti gitti. Yazılmadı kaleme alınmadı. Pek çok hadise böylece kayboldu. Tarih çok silen bir alandır. Siz onu kaydetmezseniz derhal siler, bir daha da bulamazsınız.

Askerlerin insanların korkuları, heyecanları belki…

Yine bunu da annemden dinlemişimdir. Kendi kızlık zamanında oluyor. Annem çocuk o zaman. Komşularında olan bir hadise. Komşularının oğlu, cepheden kaçmış. Kış ortasında nasıl gelebildiyse, Kut’tan veya Kafkas cephesinden kaçmış yayan olarak Divriği’ye gelmiş. Gece zemheri soğuğunda sokakta “anne” diye bağırıyor. Kadın pencereyi açmış. O kadını ben tanıdım. Yaşlılığını biliyorum. Bakmış, “Kimsin necisin?” demiş. “Oğlunum anne, benim geldim”. “Benim oğlum yok, benim oğlum askerde savaşta” demiş. Pencereyi indirmiş. Adam bir daha kapıyı çalmış bir daha seslenmiş. Artık anneden hiç ses çıkmayınca o da çekmiş gitmiş. N’oldu nerede öldü, öldürüldü mü sonucu bilinmiyordu. Ben o anneyi, ak saçlı muhterem bir kadıncağızdı, tanıdım. Bu da yine vaki olan bir hadisedir. Şundan, şimdi burada “çok kalpsiz, şefkatsiz bir anneymiş” gibi bir yoruma gidemeyiz. Çünkü alsaydı muhakkak kendisinin de başı belaya girecekti. O oğlan mutlaka yakalanacaktı, idam edilecekti veya cepheye gönderilecekti. Anne de suçlanacak, belki de imam evine gönderilecekti. İmam evi nedir bilir misiniz? Kadın mahkumlar, onlara özel bir hapishane olmadığı için mahalle imamının evinde göz altında tutulurdu. Göze alamamış kadın. Mutlaka görenler var, sabahleyin gelirler başımıza daha büyük işler gelir diye. Böyle bir durum.

Başka bir hadise. Yine bir kadın tanımışımdır. Buna da benim seferberlik kalıntılarına tanıklığım diyeyim. Güzel bir hanımefendiydi. Yaşlıydı, 50-55 yaşlarında, 1950lerde. Bu kadıncağıza serencam anlattırılırdı. Bu kadıncağız 1915’te diyelim, gencecikken karşıdaki komşunun oğluyla bunlar bakışarak ederek birbirlerini sevmişler. Neticede iş hallolmuş evlenmişler. Ama evlendikten üç dört ay sonra damat askere alınmış. Seferberlik. Gidiş o gidiş. İki sene sonra da öldüğü haberi gelmiş. Derdi ki “ne yapayım ben de gencim, güzel de derlerdi bana” gülerdi arada bazen ağlardı. Ağlayarak gülerek hikayesini anlatan ben başka kimseyi görmedim. Bir gülerdi bir ağlardı öyle bir kadıncağızdı. Ona demişler ki “Sen bu güzelliğinle evinde oturamazsın, adın çıkar. Yani afedersin sana orospu derler. Peşine düşen erkekler olur, seni rahat bırakmazlar. En iyisi yeniden evlen.” “İstemiyordum ama mecburen evlendim” diyordu o da. “Beni babam yaşında bir adama verdiler. İki üç de çocuğu var. Kader buymuş kaderime katlandım. O evde oturmaya başladım. Bizimki çıktı geldi” derdi. Kocası meğer ölmemiş. “Sonradan evlendiğim adamdan benim de çocuğum oldu, artık boşanamam da gidemem de. İşin kötüsü hem evlendiğim adamın evi, hem birinci eşimin evi hem anamın babamın evi aynı mahalledeyiz. Ne yapacağımı kendimi nasıl saklayacağımı o adama ihanetimden dolayı duyduğum utancı hayatım boyunca taşıyorum evladım.” derdi bize. İşte o zaman da ağlardı. Bunlar savaş dramları. Enver Paşa’yı çok yazıyoruz da, bu kadıncağızın, o kapıya gelen askerin hikayelerini niye yazmadık acaba? Yani böyle bir savaş evresi geçirilmiş olabilir mi?

Şuna da belki sıra bulup söyleyemeyiz. Bu üç savaşın, yani 1878, 1915 ve 1939, Türkiye halkı için hiç zarar vermeden gelip geçeni üçüncüsüdür. Onu sağlayan adam da İsmet İnönü’dür. Hâlâ bu inkâr edilmek isteniyor. Aç bıraktı, yoksul kaldık, ekmeği karneye bağladılar gibi safsatalarla. Eğer –ki Almanlar bizi bu savaşta da zorlamıştır, İngilizler de zorlamıştır- öyle bir yanlış karar verilseydi kimbilir başımıza ne belalar gelecekti neler yaşayacaktık. Neticede ekmeği karneyle alabilmişiz. Benim babam fırıncıydı, annemin babası dedem fırıncıydı. Bizde ekmek kıtlığı olmazdı. Ama ekmek karnesi yüzünden silah atılmadan bir savaş geçiştirmeyi kötülemek gibi bir ihanet olamaz diyorum. Bu arada ekmeği de söyleyelim. Bu üç savaşta en büyük kıtlığı çekilen şey ekmek oldu. Bizde ekmeğe acayip saygı gösterilir, yere düşünce alırız, bu savaşların hatırasıdır. O savaşlarda ekmek bulan onu öpmüş alnına koymuş. Ekmek o kadar mukaddes olmuş ki Kuran kadar kutsiyet kazanmış. Ekmeği daha gerilere götüremezsiniz. Bizde, Anadolu halkı arasında ekmeğin kutsallığı bu üç savaşın getirdiği ekmek yokluğunun sonucudur.

Birinci Dünya Savaşı üzerinde daha çok duruyorsunuz…

Duruyorum çünkü 1. Dünya Savaşı Türkiye’nin bütün tarihi boyunca geçirdiği en büyük felakettir. Yani şöyle kıyaslayabilirim, Arap tarihçilerinin, Süryani tarihçilerinin 12.-13. yüzyıllar için verdiği yaşanmış büyük felaketler vardır. Onu çok iyi anlatmışlardır. Onlardan da daha feci bir dönemdir 1. Dünya Savaşı. Hatta bir tek iyi sonucundan söz edebilirim. İnsan-toplum sınıfları arasında eşitlemeyi yapan savaştır. Artık ağa, bey, paşa, fakir, fukara hepsi bir olmuştur. Ağanın açlığı yokluğuyla dünkü yoksulun açlığı yokluğu aynı şeydir. Öyle bir felakettir. Tifüs ve kolera, 1. Dünya Savaşı’nın iki korkunç salgınıdır. İkisi adeta birbiriyle insanları kırıp geçirmede yarış etmiştir. Bu iki hastalık paşayı da götürmüştür, fukarayı da götürmüştür. Fukara kireçlenip bir çukura atılmıştır, paşa da kireçlenip bir çukura atılmıştır. Yani ölümlerde bile bir eşitlik. Bir o savaş içerisinde yaşanmıştır. Açlığın getirdiği fizik de eşitlenmiştir. Herkes artık zayıftır. Bir deri, bir kemik, ancak canını ayakta tutana kadar. Mübalağa etmiyorum. Bu şekilde yaşanmış. 1. Dünya Savaşı’nın felaketleridir. Nitekim benim babaannem de koleradan ölmüş. Küçük oğlu memede. Babam derdi ki Cemal’i, kardeşimi ayrı eve koymuşlar. Kardeşim çok ağlıyordu, ben de çocuğum nihayetinde, kucağıma aldım, anneme emzirmesi için götürdüm, annem bir odanın ortasında yer yatağının üzerinde simsiyahtı. Tanıyamadım annemi. Bana işaretle “Getirme Cemal’i gidin burada!” dediğini hatırlıyorum. Biz korkarak kaçtık demişti. Sonra iki gün sonra da 32 yaşındaki kadın ölmüş gitmiş. Yani felaketler sayılmayacak kadar çok. Tam bir insan trajedisidir. Üzüldüğüm taraf biz hâlâ bile o harbin savaş sahnelerini Kanal harekâtını, Kutülamare’yi, Gelibolu’yu… O cephelerin erittiği insan nüfusu, işte onlardan biri bizim Barut Hüseyin’dir. Sağ kalanlardan biri. Ben Barut Hüseyin’i çok saydım, çok sevdim. Ona elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım. Barut Hüseyin’in bütün kabahati 1. Dünya Savaşı’nın başından sonuna kadar, zaten heyecanı savaşma tutkusu olan bir insandı. Atılırdı. Anlatırken bütün el kol hareketleriyle savaşı aynen sahnelerdi. Öyle bir insandı. Onu harp malülleri başkanı ünlü bir kurmay albay Sadık Atak’la görüştürdüm. Onu imtihan ettiler, şaşırdılar. “Adam bizden daha iyi, her şeyi hafızasına almış!” o cephelerin subaylarıydı yani. Uzun süre Türkiye’de muharip gaziler cemiyeti başkanlığı yaptı.

Barut Hüseyin ile ilk tanışmanız nerede?

Barut HüseyinAmasra’da. Ben Barut Hüseyin’i bir ders anında tanıdım. Çocukları, tarih derslerinde resim derslerinde tarihi yerlere götürürdüm. En çok gittiğimiz yer de bedestendi. Bedestene giderken, dere üzerinde çok eski bir ev vardı. Tam ressam Hoca Ali Rıza’nın çalışacağı bir evdi o. Etrafında ördekler, evde oturan yok, iyice viraneleşmiş ama hâlâ mağrur bir evdi, ciddi bir evdi. Ya orada çalıştırırdım çocukları ev resmi yaparlardı veya bedestene giderdik veya Asarpeçe’ye giderdik. İşte bir gün bir sınıfın öğrencileriyle bedestene gittik. Orada bu adam, Barut Hüseyin, kasabın kesilmiş hayvanlarını otlatıyormuş. Kasaptan her gün bir somon parasıyla bir paket de köylü sigarası parası alıyormuş. Hepsi bu. Biz oraya girdiğimizde bedestenin orta nefine, o da orada inekleri yayıyormuş bir ilkbahardı. Hemen sigarasını aldı, şapkasını aldı başından, hayvanların hepsini çıkarmaya başladı. Ben de çok iyi bir manzara yakaladım inancıyla, çoban var, bedesten, hayvan var “Yahu nereye gidiyorsun gitme” dedim. “Muallimin ders verdiği yerde hayvan olmaz” dedi adam. Yürüdü gitti. Adamın derse, hocaya talebeye bakışına bakın. Çok ilginçtir. Barut Hüseyin buradan Amasra ve köylerinden giden 80-90 askerden sağ dönen dört kişiden biriydi. Öbürlerini de tanıdım ben burada görev yaparken. Onların en son öleni Alimen Mehmet oldu. Onun da çok anlattıkları vardı. Kendi kendime niye ben not almadım diye sorar dururum. Bitti gitti. Bir savaş sırasında kaybettik, bir savaşın getirdiği ve en az 1935’e kadar süren kıtlık yokluk zamanında yitirdik çoğunu. Bir de onların anılarını kaydetmemekle yitirdik. Yani bu adamlara sadece sorulurdu. Laubali sorulardı bunlar. Denirdi ki “Gazi, kaç adam öldürdün? Hiç boğazını sıkıp öldürdüğün gâvur oldu mu?” gibi sorular sorulurdu. Halbuki bir araştırma disiplini içinde bunlarla oturup şöyle sohbet etmek gerekirdi. Anılarını almak gerekiyordu. İnanın onların en karacahili bile Enver Paşa’nın anlattığından belki bize daha güzel daha enteresan neler anlatacaktı…

Mesela başka bir subaydan dinlediğimi hiç unutmam. Siperde, üstü çalılarla örtülmüş siperde askerler kumar oynarmış. Yani enteresan işler. Savaşa rağmen, karşılıklı atışmanın durduğu anlarda kumar oynarlarmış. Ki onu şöyle yorumluyorum; her an ölmek üzere olan bir insanın psikolojisi kumar oynatır. Çünkü ötesi yok. Gidecek ölecek bitecek. Bir an başka bir heyecan, kurşun heyecanının dışında başka bir heyecan yaşamak istiyor adam. Ne yapsın veya bir sipere tabldot yemek götüren bir askerin hikayesini dinlemişimdir bir eski albaydan. İstanbul’da. Çok ilginçtir. Dedi ki “Sırtında bir boyunduruk, birer gaz yağı tenekesi asılı iki tarafına, iskelede gemi bekliyor benim gibi. Çanakkale’de oluyor bu. Karşıki takımın akşam yemeğini götürüyormuş. Yere koydu.” diyor. “Vapuru bekliyoruz. Oğlum dedim diyor ne var bunların içinde? Akşam yemeği. Nedir dedim. Altta pilav, üstte kurufasülye, onun üstünde de hoşaf var demiş. Yani üçü aynı tenekenin içinde. Ama o onlara göre büyük bir ziyafet” derdi albay. Karışık konulmasına bakma. Hepsi nasılsa midede de karışıyor. Adamlar dağıtır yerlermiş onu. Yani savaş sahneleri çok önemlidir. Asıl savaş gerisi, dönmeyenler gelmeyenler daha önemlidir.

Sonra belki şunu da eklememiz lazım, bir de bu savaşların getirdiği toplumsal yıkımlar söz konusu. Ahlak bozuluyor, iş güç düzeni karmakarışık oluyor. Çarşı pazar eski düzenini, arasta düzenini esnaf geleneklerini yitiriyor. Kapkaççılar şunlar bunlar… faiz başlıyor, kumar içki vesaire geliyor haliyle. Yani birkaç nesil en azından savaşın getirdiği zor şartlarda onlar da kaybediliyor. Onun için zannımca 1. Dünya Savaşı’nın yani seferberliğin etkileri 1930lara kadar sürmüştür.

Şansımız o dönemde bizi yöneten bir Atatürk vardır. Bütün bu savaşların sonuçlarını en iyi gören, gözlemleyenlerden biridir o. Savaşı hiç sevmeyen ama mecbur kaldığı için savaşan tek komutan bana göre. O sadece savaşı yenmek için savaşmış bir adamdı. Yani savaş dünyasını sonuçlandırmak, bitirmek isteyen bir adam. Çünkü hemen savaştan sonra kılığına kıyafetine bakın Atatürk’ün, hiç o madalyalı nişanlı üniformalı kılıçlı kalpaklı hayatı olmamış gibi yepyeni bir adamdır Atatürk. Başı açık, sivil elbiseli hatta bazen yakası da açık çok sivil bir adamdır. Bütün hareketleri eylemleri de sivilliğe dönüktür. Yani savaşı reddeden bir hayat yaşamıştır cumhuriyet ilanından sonra. Bize döner diye umdu ama biz galiba hâlâ savaş teraneleri, cihat havaları, savaşanların, Enverlerin onun, bunun hayatını çok merak eden bir tavır içerisindeyiz maalesef.

Röportaj : Hüseyin Çoban